İlginç bir hafta oldu benim için. Kimileri için çok sıradan bir olay benim tüm haftama renk kattı işte. Neden diye soracak olursanız, hemen özetleyeyim. Pazartesi sabahı evden iş seyahati nedeni ile kendime göre hayli erken sayılabilecek bir saatte çıktım. Rutin iş seyahatlerimden biri idi ve istikamet 07:10’da Atatürk Havalimanından kalkacak olan İstanbul – Şanlıurfa uçağı idi.
2-3 saatlik bir uyku arkasından, tabiri caizse afyonu patlamamış yolculardan biri olarak havaalanına girdiğimde, az sonra olacaklardan hiç haberim yoktu. Olamazdı da. Hani çocukluğumdan beri sorsalar kiminle tanışmak istersin diye; dönem dönem isimler değişmiştir ama her dönem sabit kalan ve hiç bir zaman vazgeçmediğim tek bir isim vardı. Nerden bilebilirdim yıllar sonra bir gün, hem de hiç düşünmediğim bir anda karşıma çıkacağını. O sabaha dönelim tekrar. Taksiden inip, CIP salonu girişinde kontrolden geçtikten sonra baktım hangi sıra boş diye; hepsi doluydu.. Her zamanki gibi sabah uçaklarının alışılagelmiş yoğunluğu yaşanıyordu. Ben de acelem olmadığı için ortanın solundaki bir sıraya girdim. Aklımda sadece uçuş kartımı alıp uçağa binmeden önce kendimi dışarı atmak ve bir an önce sigara içmek vardı . Sonrasında da uçağa binip kafamı dayadım mıydı bir saatten fazla bir uyku beni bekliyordu.
Bunlar kafamda geçerken, şöyle bir soluma döndüm ve karşımda gördüğüm kişi O idi, yani Şenol Güneş’ti. Bir anda tabii uykusuzluk filan kalmadı. Gerçekten heyecanlanmıştım ve “aa merhaba Şenol Hocam” deyiverdim. “Merhaba” dedi; önce bir baktı tanıyor muyum diye. Karşısında hayranlıkla sırıtan bu adamı tanımıyordu tabii, ama 5 yaşımdan beri resimlerini biriktirdiğim, hala posteri odamda asılı duran bu çok saygı ve sevgi duyduğum adam beni nereden tanıyacaktı ki. O da gülümsedi ve sonra sırasına dönüp ilerlemeye devam etti.
Bu fırsat bir daha ele geçer miydi, bir şeyler söylemeliydim, “ben sizin en büyük hayranlarınızdan biriyim” deyip yıllardır biriktirdiğim bir çok şeyi bir anda söylemeliydim ama işte o an, aslında bir şey diyemeyeceğimi farkettim. Sonuçta öncelikle beni tanımıyordu ve nereden başlayacaktım ve ondan daha ötesi her hayranı saatlerce lafa tutsa nereye kadar dinleyebilirdi. Tam bunları düşünürken onun sırası biraz daha ilerledi ve baktım cidden fırsat elimden gidiyordu. Normalde son dönemlerde fotoğraf makinemi yanıma almıyordum ama bu sefer tesadüf eseri çantamda idi. Hiç düşünmedim artık, uzanıp omzuna dokundum; “afedersiniz, eğer vaktinizi almaz isem kuyruktan sonra bir fotoğraf çektirebilir miyiz?” mealinde bir şeyler dedim. “Tabi” dedi gülümsedi. Artık rahatlamıştım en azından yeniden konuşabilecektim, fakat bu sefer de onun sırası çok hızlı ilerleyince ayrı bir strese girdim. Benim önümde hala üç kişi vardı o check in işlemini yapıp sıradan çıktığında. Bir şey de demek istemedim ama o sıradan çıktıktan sonra sıranın gerisine gelip beklemeye başladı. Bu kadar mı yavaş yürürdü diye sinirlenirken onun beklediğini görünce sıradan çıkayım bari dedim, tam hareket ediyordum ki, o uzaktan eli ile beklerim dert değil anlamında bir işaret yaptı. Hani saha içindeki oyunculara karşı sakin tavrı var ya, aslında o kadar çok iyi tanıdığım, aşina olduğum bir mimikti ki bu, yine dayanamadım gülümsedim… ve bir yandan oyuncağını kaybetmek istemeyen çocuk gibi kontrol etmek için arkamı döndüğüm o dakikalar ilerleyip artık sıra bana geldiğinde bir “oh” çektim, kimliğimi verdim, biniş kartımı aldım ve hemen geri yanına döndüm.
Bu sefer yanında biraz yaşça büyük, yönetici olduğunu tahmin ettiğim biri vardı, onunla sohbet ediyorlardı. Beni o kadar bekledikten sonra artık ben de edep sınırlarını zorlamayayım dedim ve sessizce bir kaç adım ilerilerinde beklemeye başladım. Aslında yanındaki adama kızıyordum, “sus be adam, bırak da Şenol Hoca ile biraz da ben konuşayım” diye. Ama muhakkak önemli bir şeyler konuşuyorlardı. Fakat sonra Şenol Güneş’in yüzüne baktım, hani bana kalsa sıkılmış bir hali vardı diyeceğim ama muhtemelen kafasında olan şeylerden çok farklı şeyler anlatmakla meşgüldü o adam da ve benim beklediğimi görünce yanına çağırdı.
“Hocam, merhaba çok teşekkür ederim beklediğiniz için” dedim tekrar, ismimi söyledim, Trabzon’luyum, Trabzonspor’luyum dedim. E belliydi zaten muhtemelen. “İstanbul’da doğdum ve büyüdüm ama ben sizi çocukluğumdan beri çok seviyorum” diye lafa başlıyordum ki o konuştu. Övülmeyi sevmediğini biliyordum, o yüzden hiç uzattırmadı lafımı bana ismimle hitap edip, ne yaptığımı sordu. Sorduğu soruya cevap veremedim bile, halbuki muhtemelen konuşmak, ilgilenmek adına, belki de mesleğimi sorup futboldan farklı bir konu açmak üzere sormuştu. Ben ise “kamerayı kime versem düzgün çekebilir” diye bakınıyordum etrafımıza bir yandan; bir yandan da onu beklettiğimin farkında idim, ayrılıp uçağını beklemek üzere yanındaki adamla VIP salonuna geçecekti belli ki. O da şöyle bir bakındı benim derdimi anlayıp kim çekebilir diye. Etraf aslında çok kalabalıktı ama kimse bu fotoğrafı çekebilecek gibi gelmemişti bana, “hocam en iyisi ben çekeyim, olur mu” dedim, kolumu uzattım o da “olur” dedi, yanıma yaklaştı ve karşıdan ikimizi aldığına emin olduğum anda denklanşöre bastım. Sonra gayrı ihtiyari düzgün çekip çekmediğimizi kontrol etmek için ekranına. Halbuki çek hazır fırsatı bulmuşken 3-5 tane daha, değil mi? Ama işte o anda öyle hazırlıksızdım ki, fotoğraf güzel çıkmıştı işte, bir tane yeterdi. Aslında bir yandan da ne daha fazla bir şey söyleyebildim, ne de zamanını almak istedim. Çok teşekkür ettim. Hangi arada hatırlamıyorum bir de gazeteci olan kuzenimden bahsettim, ne de olsa Şenol Güneş ile görüşebilen en yakın tanıdığım o idi. “Tanıyorum, yazılarını da bazen okuyorum” dedi. Al işte, bir gereksiz düşünülmemiş bir hareket daha. Bana ne, hatta ona ne kuzeninden deyip kendi kendime çok kızdım, yani önceden konuşmanı seç öyle konuş deseler 1000 cümle seçsem bunu seçmezdim. Neyse işte, yanındaki adam da yanımıza yanaşınca “hocam ben sizi tutmiyim” dedim, çok teşekkür ettim, “elinizi sıkmak benim için çok büyük bir şeref, çok büyük bir onur” diyerek yanından ayrıldım. O da tüm kibarlığı ile elimi sıktı. Hani başarılar diledim mi veya başka bir şey dedim mi, bir kaç cümle daha konuştuk mu onu bile hatırlamıyorum. Sadece yanından ayrıldıktan bir 10-15 saniye sonra, “olm bir kaç kare daha çekseydin ya” diye kendi kendime söylenip geri döndüğümde o artık salonun kapısına doğru gidiyordu.
Tekrar kameradaki ekrana baktım nasıl çıkmışız diye, kötü değildi; buna da şükür dedim ve sigara içmeye dışarı çıktım, sigara içtiğimi bilse muhtemelen kızardı diye düşündüm yüzümde bir tebessüm ile. Hem spor adamı hem de eğitmen olduğu için. Adeta çocukluğuma dönmüştüm.. Hani öğretmenini çok seven öğrencinin öğretmeninden güzel birşeyler duyduğundaki mutluluğu yaşıyordum. Bir yandan aptallaşmıştım, bir yandan da mutluydum işte. İşte gene tam o sırada, geçen sene Şenol Güneş’in bana, ona hayranlığımı bilen bir arkadaşım vasıtası ile ismime hitapla imzalayıp gönderdiği Trabzonspor forması geldi. O bile o an aklıma gelmemişti, halbuki bir teşekkür etmeyi ne kadar çok isterdim aslında. Evet, o teşekkürü etmek için bundan ala fırsat mı olurdu? Gerçekten bir fırsattı, borçlu olduğum o teşekkürü edebilirdim. Hatta ötesinde biraz şansımı zorlayıp uzun uzun konuşabilir veya 3-5 dakika daha rica edip en kötü bir kısa söyleşi bile yapabilirdim . “Evet, evet, O teşekkürü etmeliyim” diye içeri girince o tarafa bir daha baktım bir ümit, hani neden olmasın, herşey bu kadar denk gelmişken bir daha görebilirdim ama yok, kapılar kapanmıştı.
Sonuçta çok kısa ve basit bir anı. Hele ki devamlı spor ve sporcuların içinde olanlar için çok normal bir olay, tabi ki farkındayım ama benim için çok özeldi. Yani futbolcuları ve sporcuları sadece stadlarda en fazla 5-10 metre yakınından görebilen sade bir taraftar için. Hepsinin ötesinde ise en çok hayran olduğu futbol adamı Şenol Güneş olan sade bir taraftar olarak. O yüzden paylaşmak istedim. Hani bugüne kadar bir futbolsever olarak futbol dünyasından öyle çok büyük bir isim olarak karşıma çıkmış bir tek Marco Van Basten vardı , Hollanda ile İnönü’de oynadığımız bir milli maç sonrası yıllar önce imzasını almış, Gullit ve Koeman ile beraber ellerini sıkmıştım . Ondan sonra ise bir de Orhan Çıkrıkçı vardı, bir milli maç sonrası bacağını kırdığında üniversiteden bir arkadaşımla Nişantaşı’nda yattığı hastaneye ziyarete gitmiştik . Sanki ailedenmişiz gibi bizi odaya almışlar, yiyecek filan ikram edip ilgilenmişlerdi akrabaları ile beraber. Bir kaç kere daha kısa süreli konuşma veya diyaloglarımız olmuştu bazı oyuncularla.
5 gün sonra Cuma akşamı işlerimi bitirmiş Urfa’dan dönerken Trabzonspor’umun A.gücü ile Avni Aker’de lig maçı vardı. İlk yarısını kısmen havaalanındaki kafeteryadan izlediğim. Maç sırasında kameralar kenarı ve yedek kulübesini gösterdiğinde işte Şenol Hoca gene takımının başındaydı. Bir kişiyi övmek ona yapılabilecek en büyük kötülüklerden biridir derler.. O yüzden artık bir şey demek istemiyorum, aşırıya kaçtım ama onu zaten bilen biliyor. Ben bir çok özelliğini biliyordum ama bu kadar kibar ve mütevazi olduğuna da şahit oldum ya artık kendisi ile ilgili sevgim ve saygım daha da artmıştı. Kesinlikle tam beklediğim gibi biriydi ve hepsinden öte bu güzel tesadüf sayesinde artık ömür boyu saklayacağım Şenol güneş ile çekilmiş bir resmim vardı elimde. Teşekkürler Şenol Hocam.