Piramit denince aklınıza ne geliyor? Benim aklıma üç şey geliyor. Bunların birincisi Mısır’daki antik çağdan kalma yapılar. İkincisi matematik dersinden aklımda kalan üç boyutlu geometrik bir şekil. Bunlar da elbet yerine göre önemlidir ama benim bu yazıda üzerinde durmak istediğim üçüncüsü, iki boyutlu ve her türlü hiyerarşinin kavramsallaştırılmasına yarayanı.
İnsan çevresindeki ve kafasının içindeki her şeyi olduğu gibi, içinde yaşadığı toplumu ve ilişkileri de organize etme konusunda takıntılı bir varlıktır. Daha da önemlisi geçici veya istisnai durumlar hariç, bu sosyal, ekonomik, sportif vb oluşumların hepsinde nedense illaki bir hiyerarşi vardır. Bu hiyerarşinin gelişme derecesi ölçüsünde de ortada bir iktidar rantı vardır.
Bu rant her zaman para biçiminde olmayabilir belki ama gelir dağılımı yine de bu rantı en iyi ifade eden ve sıklıkla kullanılan değişkenlerden birisi olagelmiştir. Önce dünyadaki gelir dağılımına ilişkin olarak aşağıdaki grafiğe bakalım.
Bu grafikte iki adet terslik var. Birinci terslik konumuz piramit iken karşımıza çıkan şekil piramit değil, şampanya kadehi. Yine de anlatımın devamlılığı açısından bu şekli ters bir piramitmiş gibi ele alabiliriz. İkinci terslik ise daha vahim olanı, yani içeriği. Bu grafiğe göre dünya nüfusunun yüzde yirmisinin toplam gelirden aldığı pay yüzde 1,4 iken diğer tarafta en zengin yüzde yirminin aldığı pay yüzde 82,7! Eminim Mısır’daki Piramitlerin yapıldığı dönemde bile, eğer böyle bir araştırma yapılabilmiş olsaydı, sonuç daha çarpık çıkmayacaktı. Ki hem kölelerin, hem de yarı tanrı firavunların aynı anda yer aldığı bir çağ ve toplumdan bahsediyoruz. Yani öyle aman aman bir inceleme araştırma yapmaya, düşünmeye taşınmaya gerek yok, üzerinde yaşadığımız dünya kesinlikle ve bariz bir şekilde adil bir yer değil. Hiç bir zaman da olmadı.Türkiye olarak bu tablonun neredeyiz diye sorarsanız, Japonya’nın küsuratı kadar gelirimiz olmasına rağmen daha fazla dolar milyarderimiz var, varın gerisini siz düşünün.
Peki bu çarpıklık nasıl oluşabiliyor? Hadi oluştu bir şekilde diyelim nasıl oluyor da bu kadar ısrarlı bir şekilde binlerce yıldır ve taviz vermeden varlığını sürdürebiliyor? Açlık sınırında milyonlarca, sefaletin pençesinde milyarlarca insan varken, nasıl oluyor da ayrıcalıklı bir kesim en anlamsız kaprisleri için bir çırpıda binlerce kişiyi açlıktan ölmekten kurtaracak kaynakları gönül rahatlığıyla havaya saçabiliyor? En alttakiler bu duruma nasıl oluyor da razı olabiliyorlar? İşte bunu sağlayan mekanizmaya ben iktidar sanatı diyorum.
Hernekadar günümüz toplumları geçmişe kıyasla çok daha karmaşık bir hale gelmiş olsalar da, biraz yakından baktığımızda iktidar mekanizmaları açısından, biraz da yukarıdaki şeklin bana verdiği ilhamla, dört sınıfa ayrılarak incelenmesinin yeterli olacağını düşünüyorum.
Birinci sınıf en alttakiler. Bunların en temel özellikleri, büyük resmi görmek için en elverişsiz konumda bulunmaları ve hayatlarına dair önemli konularda büyük ölçüde başkalarının yönlendirmelerine maruz kalmaları. Bunlara bir orduda aldıkları emirle üzerinde çok da düşünülmeden mermilerin önüne sürülebilecek bir er, ekonomik hayatta en ufak ayak sürçmesinde her an kovulup yerine dakikasında bir başkası alınabilecek vasıfsız bir işçi örnek verilebilir. Bu yazı kapsamında bizi ilgilendiren futbol taraftarlığı dünyasında da bu kişiler bir takıma öyle ya da böyle gönül vermiş, yediğinden içtiğinden kesip takımına harcayan, yağmur çamur deplasman demeden takımına destek veren, bunların hiçbirisini yapmasa bile en azından yüzeysel de olsa düşünen, tartışan ve dolayısıyla kamuoyu oluşturan, ama diğer taraftan da bu kadar yakından takip ettiği futbol sporu ve futbol dünyası hakkında esasa dair dişe dokunur bir dünya görüşü olmayan taraftar kitleleridir.
İkinci sınıf, iktidar rantının yalnızca bir küsuratı karşılığında en alttakileri kontrol eden, üstten aldığı emirleri aşağıdakilere uygulayan, kafasını çalıştırmayan ve hatta bazen çalıştırması da istenmeyen, deyim yerindeyse yukarıdakilerin bulaşmak istemediği, doğrudan olayın olup bittiği zaman ve mekanda onlar açısından “pis” olarak değerlendirilen işleri yapan kesimdir. Futbol taraftarlığı dünyasında bu kişiler mesela beleş maç bileti karşılığında tribünde yukarıdakilerden aldıkları yönlendirmelerle başkana veya yaranılmak istenen kişiye (veya aleyhine) tezahürat eden, hatta gerektiğinde (veya canları çektiğinde) huzursuzluk çıkaran taraftar gruplarıdır. Bu noktada belirtmek isterim ki nasıl en alttakiler tamamen masum değillerse, bu ikinci sınıf ta her zaman kötü değildir. Çünkü piramitin tamamı gibi bunlar da belli bir amaca hizmet eden bir organizasyonun sadece bir parçasıdırlar. Hizmet ettikleri amaç bu saydıklarımın tamamen aksine iyi niyetli de olabilir. Nitekim bu tür gruplar gerek takımlarına, gerekse de futbol camiasının tamamına önemli faydalar sağlayabilirler. İşin kötü tarafından alıyor olmamın nedeni, yukarıda değindiğim çarpıklığı ve bu çarpıklığı futbol dünyasına aksettirmeye çalışanları ortaya çıkarmak için yola çıkmış olmamdandır.
Şimdi gelelim üçüncü sınıfa. Bu sınıfta artık kas yerini beyne bırakmaya başlıyor. Bunlar kendi varlık ve konumlarını en tepedeki dördüncü sınıftakilere bağlayan kesim. Ve dahi bunların iktidar rantından elde ettikleri, üstlerinin yanında devede kulak kalsa da, o haliyle bile gayet tatminkar. Bu üçüncü sınıfın görevi, gerekli doktrin ve ideolojiyi oluşturmak ve buna göre aşağıdakileri yönlendirmek. Madem kötü örneklerden gidiyoruz, futbol taraftarlığı camiasında bunlara en iyi ve en bariz kötü örnek, varlığını belli bir kulüp yönetimine endekslemiş medya mensuplarıdır. Bunların hizmet ettiği amaç meslekleri uyarınca gerçekleri ortaya çıkarmaktan tamamen uzaklaşmış ve tam tersine gerçeği efendilerinin işine geldiği gibi çarpıtmaya dönüşmüştür. Sonuçta kabul, kesin ve mutlak gerçek diye bir şey varsa bile çok nadir bulunan birşeydir. Dolayısıyla yeri geldiğinde gerçekleri, manipüle etmek demeyelim ama ölçüsünü kaçırmayacak bir şekilde yorumlamanın getireceği faydalar yaratacağı sakıncalardan daha fazla olabilir. Ama biz Trabzonsporluların her gün ayan beyan gözlemekte olduğu üzere, Türk futbol medyasının geneli, bu işi çok dar kesimlerin iktidar rantı elde etmeye dönük çok basit çıkarları için, kötü niyetle, ölçüsüzce ve herkesin gözüne sokacak kadar kaba ve beceriksizce yapar hale gelmiştir. Bu durum yeni bir gelişme de değildir üstelik ama durum her geçen gün daha da kötüye gitmekte ve artık Türk Futbolu’nun geleceğini bir bütün olarak tehlikeye atar hale gelmektedir.
Üçüncü sınıfı tanımlarken ister istemez en tepedekileri de tanımlamış oldum. Bunlar piramitin efendileri. Her basamaktakilerin kaderlerini belirleme gücüne sahip, iktidarlarının rantını dilediğince paylaşan, çoğu zaman da mecbur oldukları kadarının dışında kimseyle zırnık paylaşmayanlar. Bunlar Platon’un demokrasiye yeğ tuttuğu filozof krallar da olabilir, maalesef daha sıklıkla görüldüğü üzere kendinden başka kimseyi düşünmeyen açgözlü acımasız psikopatlar da. Piramitin tepesindekiler için hemen her şey iktidar yolunda bir araçtır. Ticaret, ordu, hukuk, devlet, din, sanat, medya, spor ve aklınıza gelen veya gelmeyen her şey…
Şimdi tüm bu tatsız konuları bir tarafa bırakalım ve bir başka geometrik şekile dönelim. Hepimizi öyle ya da böyle peşinden koşturan futbol topunun şekline, yani küreye.
Bir zamanlar hepimiz çocuktuk ve biz futbolu çocukken sevdik. O da diğerleri gibi bir oyundu, belki de en zevkli oyundu ama sadece bir oyundu. İlk başta belki annemizin veya babamızın önümüze bir top atması, bizim de beceriksizce tekme atmamızla başladı her şey. Top denilen şey sihirliydi. Ne kadar çabalarsak çabalayalım, hele de ayakla, üstünde mükemmel bir kontrol kurmak mümkün olmuyordu. Bazen tam istediğimiz gibi gidiyordu, bazen hayalkırıklığı yaratıyordu, hatta bazen de hiç beklemediğimiz, o ana kadar aklımızdan bile geçmeyen şeyler yaparak bizi şaşırtıyordu.
Sonra biraz daha büyüdük ve sokağa çıkar hale geldik. Arkadaşlarımız olmaya başladı. Arka bahçede veya yandaki arsada takımlar halinde koşturmaya başladık bu kürenin peşinden. Bu kürenin peşinde koşarken aramızda ufak tefek farklar vardı belki ama hepimiz merkeze eşit uzaklıkta sayılırdık, alt üst diye bir şey yoktu, varsa da durmadan değişiyordu, herkese sıra geliyordu. Bir bakıma peşinden koştuğumuz küre bizi de kendine benzetiyordu. Biz ne kadar mükemmel bir küre olursak, bu oyundan aldığımız tat ve elde ettiğimiz başarı da o kadar artıyordu. Nitekim zamanında o muhteşem piramitleri yapan eski Mısırlılar da, bu işin altından kendi toplumlarını dönüştürdükleri aynı muhteşemlikteki sosyal piramitler sayesinde kalkmışlardı.
Sonra sonra büyüdük, okula başladık, bitirdik. İş hayatı vb derken kendimizi çeşit çeşit piramitlerin içinde bulduk. Belki bazı piramitlerin tepesine biz çıktık, belki bazı piramitleri bizzat kendimiz inşa ettik. Piramitlerin de kendine göre bir cazibesi vardı ama hiç bir zaman küreden kopamadık. Çünkü biliyorduk ki bir piramit keyfince yuvarlanmak için değil, sımsıkı bir dengede devrilmeden yerinde dursun, işleri düzene soksun, herkes yerini bilsin diye inşa edilirdi. Küre bizim için piramitlerden, özellikle çarpık olanlarından bunaldığımızda kaçışımız oldu, arada bir nefeslenme imkanı sundu bize.
Modern çağın piramitleri çoğaldıkça ve yükseldikçe kürenin cazibesi de arttı. Öyle ki artık bu ihtiyacı karşılamak için bile yönetim, profesyonellik, endüstriyel futbol vb başlıklar altında envai piramitler inşa edilir oldu. Yine de, bütün bunlara rağmen, bir maçın başlaması ile bitişi arasındaki o sınırlı zaman diliminde, beyaz çizgilerle çevrili o dikdörtgende, küre varlığını ve sihrini bir şekilde korumaya devam etti.
En nihayetinde gün geldi, piramitçilik oynarken hızını alamayan bir kısım zevat, sanki şu dünyada yeterince piramit yokmuş gibi, sanki rant kadehlerinin kendilerine düşen kısmı yeterince geniş, yeterince dolu değilmiş gibi, sanki piramit kürenin yerini tutabilirmiş gibi, küreden bir piramit yaratmaya kalktılar. İşin garibi ve kötüsü, görünen o ki, bir yere kadar da başardılar. Kürenin kendine çizdiği kontrol edilemeyen adaleti yerine, piramitin kontrollü adaletsizliğini koydular. İşin acı tarafı, her piramit gibi üzerinde yükselebilecekleri bir taban da buldular.
Bu noktada ortaya gudubet bir yapı çıkıyor. Öyle ya bir şey ya piramittir, ya da küre. Küreden piramit inşa etmeye kalkarsanız, hem piramitin sağlamlığından hem de kürenin adaletinden mahrum kalırsınız. Bir maç, hem adil hem de sonucu kontrol edilebilir olamaz. Bu şekilde kuracağınız ve tepesine kurulacağınız bir piramit, er ya da geç yüksekten düşmenizle sonuçlanır. Futbolu oyunun kendisi için sevenler açısından durum budur. Ha siz piramitlerinizin üstüne daire desenleri çizerek kendinizi kandırabilirsiniz tabi, orası ayrı. Öyle bir durumda yeni bir küre bulmaktan başka yapılacak bir şey kalmaz. Sonuçta her şey sadece plastik bir topla başladı, yeni bir başlangıcın önünde hiç bir engel yok.