Yıl 2007, yaş 20. Arşivlerden bulunmuş bir yazı. Ebedi hatıra olsun 🙂
Yıllar öncesinden kalma bir şampiyonluk anısı yazmayacağım, büyük bir zaferimizin detaylarını da, takımımızın niye kötü gidişat içerisinde olduğunu hiç hiç yazmayacağım.
Hiç şampiyonluk görmemiş bir neslin mensubu olarak Trabzonsporlu olmanın ne kadar büyük bir ağırlık olduğunu anlatacağım.
5 Mayıs 1996’da başladı bizim neslimiz için gerçek Trabzonsporluluk. Hani hepimizin yıllar yılı çok uzaklardan gelmesini beklediğimiz oyuncağımızın, gözlerimizin önünde acımasızca kırıldığı gün. Oyuncağı eline alıp bir kere bile oynayamadan aramızdan ayrılan renktaşlarımızın olduğu gün. Bisikletini tamir ettiğimiz gün ne kadar çok hayalimiz vardı çocukluk aşkımıza dair, ellerini başka bir çocuğun ellerinde görene kadar. Ne kadar da benziyordu Trabzonsporun şampiyonluğu ile alakalı hikayesine.Hayata karşı ilk mağlubiyetimizdi işte o gün. İlk hayal kırıklığımız, ilk yakarışımız, ilk isyanımız…
Farka gitmek istemiştik sadece, lakin gide gide 10 sene geriye gitmiştik. Zaman, bizim bekleyişlerimize inat edercesine hızla geçti. Ama farklıydık. Zamanla yitirmeyi değil, bekleyişimizi değerli ve onurlu kılmayı tercih ettik biz.İnançlıydık.
Azınlıktık çoğu zaman bulunduğumuz şehirlerde. 3ü 5i geçmezdi renktaşlarımızın sayısı okuduğumuz okullarda. Çocukluk işte, dalga geçmeye kalktılar bizimle. hem de tahmin edemeyeceğiniz kadar çok. hiç bir durumda, hiç bir koşulda çekinmedik “trabzonspor’luyum” demekten. Neye, niye sahip çıktığımızı çok iyi biliyorduk çünkü.
Çocukken sorgulanmayan bazı şeyler zamanla karşımıza gelmeye başladı. “Niye Trabzonspor?”,”En son ne zaman şampiyon oldunuz?” diye sordular.Anlatacak o kadar sebep varken hep pas geçtik anlatmayı, “memleketimin takımı” diyip geçiştirdik. Öyle miydi sahiden? Bu kadar basit miydi Trabzonspor’u tutma sebebimiz?
Tabi ki hayır!
Anlatamadık onlara,çünkü zerre umudumuz yoktu bizi anlamaları hususunda.
Köylerimizde akan derenin birleştiği Karadeniz’in,anneannelerimizin sırtında taşıdığı ağırlığından fazla yükün,yazın ortasında 3 kat üst üste kazak giyip gene üşüdüğümüz yaylaların, Çernobil’e rağmen hayata horonla ve güler yüzle tutunmaya çalışan insanların,Kazım Koyuncu’nun takımını tuttuğumuzu nasıl onların anlayacağı dilden açıklayabilirdik ki?Bir medya yıldızının değil de bir kültürün savunucusu olduğumuzu anlama ihtimalleri var mıydı sizce?
Şimdi o bisikletini tamir ettiğimiz kız çok çok uzaklara gitti belki, kim bilir evlenmiştir bile. Oyuncağımız her geçen gün uzaklaşırken yaşıyoruz zaten aynı acıyı. Çok değil 3-4 gün sonra bambaşka bir şehirde olacağız, oyuncağımızı geri getirmeleri için avazımız çıkana kadar bağıracağız,başkent sokaklarına kültürümüzü taşıyacağız horonlarımızla, bahsi geçen günün diğer mağdurlarıyla tanışacağız. Soracaklardır gene “manyak mısın ne işin var sınav günü oralarda” diye, gene anlatamayacağız “aşk” kelimesinin manasını medyanın ve popüler kültürün esiri olmuş arkadaşlarımıza.
Ama dedik ya inançlıyız, ama dedik ya inatçıyız, ama dedik ya sevdalıyız.Ama dedik ya oyuncağımıza kavuşacağımız günün gelmesini oturup beklemek değil, bekleyiş sürecini “iliklerimize kadar gurur ve şerefimizle yaşayarak” geçirmek önemli diye.Şimdi de yanında olacağız, 25 sene daha geçse de yanında olacağız, oyuncağımıza asla kavuşamayacak olsak da yanında olacağız. Bu ülkenin her köşesinde “bordo” diye bağırana “mavi” cevabının gelmesi için var olacağız.