1986 Dünya Kupası… Futbol tarihinin en çok konuşulan golünü o yıl Maradona İngiltere’ye atmıştır. Hani şu eliyle attığı gol. İngiliz futbolcuların saniyesinde “Eliyle attı!” diye itiraz ettiği ama hakemin elle oynamayı görmediği için geçerli saydığı gol.
Maradona bile bunu inkar etmemiştir. Yaptığı kuralsızlığı sonradan “tanrının eli” diye açıklamıştır. Asıl önemli olan ise şu: o gol geçerli bir goldür.
O gol geçerlidir çünkü futbol böyle bir spordur. Hakem görmemişse o gol geçerlidir. Maçtan sonra kimse o golü iptal ettiremez. Golü o şekilde atan futbolcu cezalandırılmaz, kınanmaz. Hatta bununla övünebilir bile.
Ya da ceza sahasında numaradan yere düşen futbolcular… Hatta hakem bakmazken yapılan fauller… Futbol bunların hepsini hazmeder. Futbolda gözden kaçmış suçun davası olmaz. Sahada olan biten her şey günahıyla sevabıyla skorda kalır. Futboldaki mertlik anlayışı budur. Ne İngiltere o golü mahkeme yoluyla iptal ettirebilir ne başka bir takım hakemin görmediği faul için sarı kart cezası işletilebilir. Maçtan sonra bunu ileri sürenlere “Ağlıyor” denir, “Mızıtıyor” denir. Çünkü futbolun kendi içindeki adalet anlayışı böyledir.
Fakat hukukun adaleti futbolunkine benzemez. Maradona’nın eliyle attığı gol geçerlidir ama eğer kaleci şike yaptığı için o golü yemişse, hakem rüşvet aldığı için golü görmemişse ve hatta Maradona maçta daha iyi oynaması için üçüncü bir takımdan teşvik primi almışsa o zaman işin içine hukuk girer. O zaman sahada olanlar sahada kalmaz. Hatta sahada ne olduğuna bakılmaz bile. Maçın 22 kişi arasında eşit bir rekabet olmaktan çıkaran her ne varsa, amacına ulaşmış olsun olmasın tek tek sorgulanır.
UEFA’nın son kararıyla artık bu konudaki zamanaşımı da kalkmıştır. Yani hukuk ihlali olduğunda kimse hakkını arayan kişiye maç bitti, skor belli oldu diye “Ağlama” diyemez, çünkü o hak arayışı futboldakinden farklıdır ve sonuna kadar meşrudur. Süre bakımından da sonsuzdur. Bu, futbolu futbol yapmak için, futbolun gerçek bir spor kalabilmesi için zorunlu olan bir korumadır. Eğer bu hukuki koruma sağlanmazsa futbolun kendi adalet anlayışını uyguladığı çerçeve de çizilemez.
İşte 2 yıldır sakız gibi uzatılan şike sürecinde şike lobisinin yarattığı en büyük illüzyon bu iki paradigmanın birbirine mahsus karıştırılmasıdır. Futbol maçı içindeki hak arayışı başkadır, maça dışarıdan etki eden eylemlere karşı hak arayışı başkadır. Futbolun adaleti başkadır, hukukun adaleti başkadır.
Trabzonspor’un verdiği mücadele 2 yıldır medyada sanki Trabzonspor kaybettiği bir maçın, kaybettiği maçların hıncını mahkemede arıyor, adeta bir hakem kararına yönelttiği itirazı mahkemeye taşıyor, meseleyi gereksiz yere uzatıyor gibi servis edilmektedir.
Oysa Trabzonspor’un argümanları hukuken tamamen meşru ve geçerlidir. Tamamen maç dışında gerçekleşen ve maça etki eden olaylara ilişkindir. Medya ise ısrarla Sadri Şener’in kupa talebi ile sahadaki bir hakem kararını doğru bulmamasını aynı kefeye konup “Bak şimdi bunu da mahkemeye verir” diye kavramları sulandırıyor. “Kupa yerine falanca maçı mahkemeye verecek” gibi konuyu sulandırıcı espriler yapılıyor. Bunu cahilliğinden yapan da var, bilerek yapan da var.
“Puan kaybetmeseydi” diyorlar. “Oynayıp yenseydi” diyorlar. Mesele tamamen saha dışında olduğu halde insanlar hakkın saha içinde alındığını görmek istiyor. Ve kabul etmek gerekir ki onlar da haklılar. Haklılar çünkü futbol seyircisi mevzuatı bilmek zorunda değildir. Yüzlerce sayfalık iddianamelere, kapalı kapılar ardında dönenlere kafa yormak zorunda değildir. Hatta yukarıda anlattığı şu paradigma farkını bile anlamak, bilmek zorunda değildir. Gerçek bir futbolsever 90 dakika boyunca yeşil sahalarda güzel bir mücadele izlemek ister ve iyi oynayan kazansın ister hepsi bu. Ve bu onun hakkıdır da.
Bunu söylerken Trabzonspor’un mahkemelerdeki, UEFA’daki hak arayışını yanlış değerlendirenlerin sadece Fenerbahçeliler olduğunu söylemiyorum. Diğer takım taraftarları da bir yana Trabzonspor’un kendi taraftarında da böyle düşünen çok insan var. Çünkü Trabzon hukukla, mahkemeyle değil futbolla yatıp futbolla kalkan bir şehir ve asıl başarıyı sahada görmek istiyor. Trabzon dışındaki Trabzonsporlular da Trabzon’u ya da hukuku değil futbolu sevdiği için maçları izleyen insanlar ve onlar da takımlarında her ne görmek istiyorlarsa onu sahada arıyorlar.
Bu iki adalet anlayışı arasındaki farkı göstermek için bir örnek daha verelim. Yıl 2005. Cem Papila’nın katlettiği malum maç. O maçtan sonra 30 bin kişi Trabzon’da yürümüştü. Niye? Çünkü sahadaki takım Fenerbahçe’den daha iyi oynamıştı ama göz göre göre hakkı yenmişti. Futbolseverler hakemin tutumunu sahada gözleriyle görmüştü.
Peki 2011’deki haksızlıktan sonra kimse yürümedi? Çünkü bu sefer minareyi çalan kılıfını farklı uydurmuştu. Bu sefer tek bir maçın sahada alenen katledilmesi söz konusu değildi. Bu sefer, mahkemenin tespit ettiği üzere, pek çok maçta teşvik ve şike şeklinde parça parça yolsuzluklar yapılmıştı. Bu yüzden 2011’de yapılan haksızlık futbolseverlerde 2005’teki kadar kuvvetli isyan duygusu doğurmadı. Zira onlar da her futbolseverin yapması gerektiği gibi sahaya bakıyorlardı.
2011’de asıl görevini yapmasını gerekenler ve bunu ihmal edenler hukukçulardı. Futboldan sorumlu kurumlardı. Onlar ise kanunların gereğini yapmak yerine kanunları gece yarısı değiştirmenin, bilerek hatalı yapılmış çevirilerle saptırmanın yollarını arıyordu ve delillere odaklanmak yerine herkese sahayı işaret ediyordu.
Yani “Sahaya yansımadı” argümanı sadece bir hukuk rezaleti değildir. Aynı zamanda çok etkili bir kafa karışıklığı yaratma, konu sulandırma işlevi gördü. Fakat gerçek hukukçular buna asla kanmadı. Özellikle de İsviçre’dekiler.
Eğer Trabzonspor bir yenilgiyi, bir başarısızlığı hazmedemediği için mahkemeye başvuran bir kulüp olsaydı asıl 2005 yılındaki maç için dava açardı. O yılın kupası için mücadele eder, UEFA’ya başvurur, hakkını yargıda ısrarla savunurdu. Herkes gibi Trabzonspor da ülkenin tüm şike gerçeğini biliyordu. Buna rağmen yargı yoluna sapmadı çünkü hukuki olarak kanıtlanabilecek bir şey yoktu. Trabzonspor o yıllarda da tıpkı şimdi olduğu gibi hukuk ile futbol ayrımının farkındaydı.
2005’te herkes göreceğini sahada görmüştü ve ülkede işlerin nasıl yürüdüğünü zaten biliyordu ama hukuk sahaya bakılmakla işletilecek bir disiplin değildir. O yıl tepkilerin sadece toplumsal düzeyde kalmasını, hukuki yollara başvurulmamasını hiç yadırgamayan medya 2011 yılından sonra ise neyin hukuki olduğunu neyin hukuki olmadığını ayırt etmek konusunda aniden tam bir embesile dönmüştü. Teşvik priminin, şikenin sahada değil mahkeme dosyasındaki delillerde aranacak şeyler olduğunu unutmuş, bir kulübün kanuni yollardan hakkını arayışını bile maç sonucuna itiraz etmekten ayırt edemeyecek kadar sığlaşmıştı.
Futbolseverlerin sahada gerçek futbol görmesinin tek bir yolu vardır: hukukun futbolu korumak konusunda üstüne düşeni yapması. Eğer yetkililer hukuku gözeteceklerine bozarlarsa sahalardaki futbol da futbol olmaktan çıkar, ki Türkiye’nin bu kadar büyük spor piyasası olmasına rağmen dünya çapında ne kadar gerilerde olduğunu görüyoruz. Ülkenin hukuku etkisizleştirildiği için futbolu da harcanmıştır.
Dolayısıyla futbolseverlerin yeşil sahalara sahip çıkmak adına yapacağı şey Türkiye’nin UEFA kararları üzerinden tüm dünyaya rezil olduğu şu günlerde hukuka sahip çıkmaktır. İlla kupayı alalım diye değil. İlla birileri küme düşsün ya da düşmesin diye de değil. Türkiye’de futbol hak ettiği yere gelebilsin diye.
Eğer Trabzonspor bu mücadeleyi kazanırsa (ki adaletin çarklarının yavaş döndüğü ama ince öğüttüğü söylenir) en büyük kazancımız kupanın ait olduğu yere konması değil, artık sahalarda gerçek futbol görecek olmamızdır. Bunu neye dayanarak söylediğimi de göstereyim: