1996 yılında 21 yaşımda üniversiteden mezun olduğumda, belki de yaşım gereği, her şeyi ders kitaplarında yazdığı şekilleriyle uygulamada görmeyi umar, etrafımda olan bitenle karşılaştırır ve genellikle durmadan aynı soruyu sorardım: “Niye Türkiye’de hiçbir iş olması gerektiği gibi düzgün yürümüyor?”
Sonra memleketin güya en saygın kamu kuruluşlarından birisinde işe başladıktan takriben bir sene sonra bu soru yerini başka sorulara bıraktı: “Herhangi bir şeyin düzgün bir şekilde yürümesini beklemek boşuna anlaşılan, asıl merak edilmesi gereken Türkiye’de iyi kötü yürüyen işler nasıl mümkün oluyor da yürüyor? Bu işlerin yürümesini sağlayanlar nerede?” Ben bu kadar güya imkanlarla donatılmış bir kamu kuruluşunda silme hiçbir işe yaramayan, gözü devlet imkanlarını sömürmekten başka bir şey görmeyen makam mevki manyaklarının ortasındayken, buradaki imkanlardan bin beterleriyle çalışan diğer kamu kuruluşlarından nasıl bir üretim olabilirdi ki? O günden sonra yapılanları eleştirmeyi büyük ölçüde bıraktım. Çünkü böyle bir ülkede, iyi niyetle yapılan herhangi bir şeyi değil eleştirmek, bir yarı mucize karşısında olması gerektiği gibi, minnet ve hayranlıkla karşılamak gerektiği sonucuna vardım. Sonra ilerleyen yıllarda çalıştığım gerek diğer kamu, gerekse de özel sektör kuruluşlarındaki tecrübelerim sonucunda bu görüşüm zerre değişmedi.
Neyse hikayeme kaldığım yerden devam edeyim. Aradan bir kaç yıl geçti. Nitekim Allah’ın sopası yok, önce 1999 Gölcük, Adapazarı ve Düzce depremleri geldi. Ülkemizin en değerli sanayi kuruluşlarının ve ulaşım altyapısının omurgasının fay hattının göbeğine yapıldığını öğrendik. Ülkemizin nüfusunun en yoğun olduğu, ekonominin belkemiğini oluşturan bölgelerin deprem bölgesi olduğunu öğrendik. Daha da kötüsü milyonlarca insanların yuva diye bellediği binaların aslında her an mezarları olabileceğini öğrendik. Bütün bunlar olup biterken, bunları olduktan sonra düzeltmek bir yana, bunların hiç olmadan dahi önüne geçebilecek mevki makam sahiplerinin, en temel doğruları göz ardı etseler de, her türlü bilimsel bilgi gözlerine sokulsa da aksine hareketlerinden doğan sorumluluktan ari olduklarını, konumlarını gevrek gevrek koruyabileceklerini öğrendik. Hatta bu yöneticilerin, kendilerini silip süpürecek olan ekonomik başarısızlığı bu depremi fırsat bilip, konulan fahiş vergilerle 2001 yılına kadar erteleyecek kadar pişkin olduklarını gördük. İşin acısı bu vicdansızlık ve aymazlık sadece yöneticilerin özelliği değildi. Bu ülkenin onlarca üniversitesinde yüzlerce bilim adamı vardı, medyası vardı, bunları bırak o binaların içinde ölümü bekleyen önemli bir kısmı güya okumuş sıradan vatandaşı vardı, bunların hepsinin elbirliğiyle bu tezgahın ayakta kalması için yapmadıkları hata veya ihmal kalmamıştı, bunu öğrendik.
Nitekim bu manyaklıklarla dolu sistem, işin esasını az biraz bilenlerin çoktandır beklediği üzere, 2001 Şubat’ındaki meşhur ekonomik krizde yolun sonuna geldi. Sonrasında o sistemi zaten iğreti bir şekilde zor bela ayakta tutan bütün siyaset, bürokrasi, medya ve yargı sacayakları çöktü. Bu çökme ve yerine yeni bir sistemin oturtulması süreci sonraki 10 yıl boyunca sürdü.
Bu 10 yıl boyunca daha önce yapılamaz denilen bir çok şey başarıldı. Belki arada eski hatalar yerini başka hayati düzeyde hatalara bıraktı ama genelde sanki işler daha bir iyiye gidiyordu. Çoğunluk gibi bende buna inanmak istedim. Yanılmışım.
Bu yanılgım ta ki 2010-2011 sezonunda, çok da umursamadığım bir ligde Trabzonspor’un ikili averajla şampiyonluğu kaybetmesine kadar sürdü. Söylentilerin bini bir paraydı, Sadri Şener FİFA’ya şikayet yazısı döşeniyor, Şenol Güneş otobüs kapısındaki o tarihi konuşmasını yapıyordu. Gerçi ben hala emin değildim, gerçekten denilenler doğru muydu, değil miydi bilemiyordum. Çünkü uzun süre önce Türk Futbolu’na ilişkin notumu vermiş ve kendisini sınıfta bırakmıştım. İlgilenmediğim, takip etmediğim bir dünyadan bana gelen bu yardım çığlıklarını kendi adıma bir çırpıda doğru düzgün algılamam haliyle mümkün olmadı. İlgilenmiyordum çünkü, benim gözümde Türk Futbolu, tıpkı magazin dünyası gibi, toplumsal hayatın en iğrenç ürünlerinin yönlendirildiği sosyal bir kanalizasyondu. Trabzonspor kimliğimin bir parçasıydı elbet, ama eninde sonunda, ciddiye alınmaya değmeyen, olsa olsa eğlencelik olabilecek bir dünyanın parçasıydı. Bu görüşümde de yanılmışım. Bir medeniyetin seviyesi kanalizasyon sistemlerinin kalitesi kadarmış. Kanalizasyon patlarsa her yanı pislik kaplarmış. Kanalizasyon işinin sonuna kadar ciddiye alınması gerekirmiş.
3 Temmuz gününde başlayan süreçte ilk düşüncem, daha önce mümkün olmayan ama başarılan diğer şeyler gibi bu alanda da Türkiye olarak gerçekten bir ilerleme kaydetmiş olduğumuzdu. Bir Trabzonsporlu olarak belki de hakkım olmadığı halde gurur duydum. Halen de duyuyorum ve Allah nasip ederse hep de gurur duyacağım. Ama toz duman ortalıktan kalktıktan sonra her köşeye köklerini salmış şer cephesinin kafasını kaldırmaya başlamasıyla nasıl bir yanılgı içinde olduğumu da anlamaya başladım.
Nitekim zamanla, 1999 depremlerinin araladığı perdenin arkasında geri dönülemez bir biçimde herkese kendini belli eden acı gerçeklerin, 10 yıl sonra büyük ölçüde aynen yerinde durduğu ortaya çıktı. 3 Temmuz gününde yaşanan deprem de, bu depremin yarattığı tahribatta sorumlulukları bulunanlarda en ufak bir utanma duygusu uyandırmamıştı. Tam tersine onca emek vererek kurdukları tezgahı korumak için ellerinden gelen ne varsa, manipülasyon, seferberlik, tehdit, baskı, lobi, şantaj, kapalı kapılar arasında kirli pazarlıklar, dün dediklerini bugün inkar etmeler, yalanlar vb her şeyi kullandılar. Bu güç kullanımının sonuçları arasında iki tanesi benim açımdan çok önemli. Bu sonuçlardan birincisi kurulan tezgahın büyüklüğü, derinliği, gaddarlığı, çirkinliği ve vehameti iyi kötü ortaya çıktı. Trabzonsporlu diye bildiğimiz belki de saygı duyulan bir çok isim de dahil olmak üzere kimlerin bu tezgahın hizmetkarı olduğu AYAN beyan deşifre oldu artık. Akvaryum balığı hafızalılar dışında kimse bunu unutmaz bundan böyle. Ben kendi adıma bunu unutmam. İkinci sonuç ise Trabzonspor’un bu sistemin bir parçası olmadığı ortaya çıktı. Öyle ki, benim federasyonum, benim devletim ve hatta benim milletimin önemli bir kısmı resmen, alenen, pişkince ve acizce dışladı Trabzonspor’u. Trabzon şehri de bu dışlanmadan kendi payına düşeni aldı bol bol. Bir yandan bu bariz adaletsizlikler karşısında kendimi devletimi ve milletimi kaybetmiş hissediyorum. Bu kayıp hissi bende derin bir üzüntü ve evet öfke yaratıyor. Diğer taraftan diyorum ki eğer Türk Milleti, Türkiye Futbol Federasyonu ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin çapı şikeyle ilgili PFDK kararları kadarsa, ben bu pisliğin parçası olmamakla ancak gurur duyabilirim. Çünkü günahımızla sevabımızla, uğruna kurban edildiğimiz Fenerbahçe camiası kadar güçlü ve zengin değilsek de, şeref, haysiyet, adalet ve bileğinin hakkıyla bir yerlere gelebilmek açılarından bu durumdan midesi bulanmayan Türk Milleti’nin fersah fersah ötesindeyiz, bu dışlanma bunun tescilinden başka bir şey değil.
Bize artık bu noktaya ulaşmamızı mümkün olan değerlere sahip çıkmak düşer. Şehrinin takımını, bir iki cılız istisna dışında diğer şehirlerde görüldüğü üzere, İstanbul’daki sistemin gözbebeği takımlara peşkeş çekmeyen Trabzonlu taraftarlar, Trabzonlu olmadığı halde kısıtlı imkanlarla yaratılan mucizeyi takdir ederek Trabzonspor’a gönül veren diğer Trabzonsporlu taraftarlar, ikinci takım olarak değil, diğer başka bir takımın yanında değil, sadece ve sadece Trabzonspor’u tutan ve diğerlerinin baskısından yılmayan, onların değirmenine su taşımayan, takımını insanlık değerleri doğrultusunda destekleyen, takımına inanmaktan vazgeçmeyen taraftarlar bu değerlerin en önceliklisidir. Başka nice değerlerimiz daha olabilir ama yazımın sonunu Şenol Güneş’le getirmek istiyorum. Trabzon’un öz evladı, mucizelerin gerçek, dürüst, mütevazi ve onurlu mimarı. Soyismiyle müsemma, Türkiye’nin doğusundaki Trabzon’dan yükselen, alın terinin ışığıyla tüm perdelerin arkasında yaratılan karanlıkları aydınlatan Güneş. Karanlıklarıyla ünlü Ortaçağ Avrupa’sında ortaya çıkan Latince bir söz vardır: “Ex oriente lux”. “Işık doğudan yükselir” demektir. Bunca yıl sonra, karanlıklarla dolu ülkemiz futbolu demeyeceğim, ülkemiz geneli için, bu özdeyişin doğru olmasını temenni etmekten ve Trabzon’dan yükselen bu Güneş’in ve benzerlerinin ülkemizi aydınlatıp, bizi durmadan ele muhtaç eden karanlıkları geriletmesinden başka bir ümidim kalmadı artık.