DÜDÜKLERİN SESSİZLİĞİ

Gündemin kırılma noktası şu soru:

Meireles hakeme tükürdü mü?

Maçı yöneten hakem Halis Özkaya açıkça ve resmen “Meireles bana tükürdü” dediği halde tahkim kurulu verdiği kararda “Biz görüntüleri inceledik; tükürmemiş” dedi ve Meireles’in cezasını 11 maçtan 4 maça indirdi. Yani basbayağı “Hakem, sen yalan söylüyorsun” dedi.

Görüntüleri çevire çevire oynatıp Meireles’in ağzından tükürük çıkıp çıkmadığına bakmak tabii ki mümkün. Fakat bu, konjonktürü yanlış yerden yakalamak olur. Yani ağaca bakarken ormanı görmemek demektir. Ormanın bütününe baktığımızda ağızdan tükürük çıkıp çıkmamasından çok daha derin bir meseleyle karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz.

Bu mesele 30 yıllık meseledir. En az son 30 yıldır Türkiye’de hakemlerin İstanbul takımları lehine çifte standart uyguladığına hemen hemen her spor yazarı köşesinde bir kere değinmiştir. Bu konuda konuşmaktan dilinde tüy biten spor yorumcuları, yazmaktan klavyesi aşınan spor yazarları vardır ama netice asla değişmemiştir.

Fakat onlarca yıla damgasını vuran, Türk insanının zihnindeki hakem imgesini, itibarını şekillendiren bu şikayet konusu hakkında MHK tarafından, Türkiye Faal Futbol Hakemleri ve Gözlemcileri Derneği tarafından ya da başka bir sivil toplum kuruluşu tarafından meselenin köküne inen tek bir adım atılmamıştır. Varsa yoksa ‘suçlama’lardan rahatsızlıklarını ifade etmişlerdir.

Hakemlerin rüşvet alıp almadığı, tehdit edilip edilmediği eskiden sadece insanların kendi aralarında konuştuğu bir konuydu fakat 3 Temmuz süreci sayesinde hakem odalarının basılmasına kadar tüm olgulara vakıfız. Türkiye’de hakemliğin nasıl muamele gördüğünü 2 yıldır biliyoruz. Fakat hakemler bu hakikat, yargı yoluyla ayyuka çıktıktan sonra da bir şey yapmadı.

Futbol kulüplerini bir yana bırakıp sırf kendilerini, kendi itibarlarını bu çetelere karşı korumak adına harekete geçebilirlerdi. Hakemleri temsil eden resmi-gayriresmi hiçbir kuruluş söz konusu suç örgütü, örgüt üyeleri ve eylemleri aleyhine tek bir işlem yapmadı. Lafta da kalsa tek bir söz söylemedi.

Yöneticilerimiz çıkıp UEFA’nın temiz futbol standartlarına uymak için çıkarılan kanunları partiler üstü oybirliği ile gevşetirken bir sivil toplum grubu olan hakemlerden bu yasama tasarrufuna karşı tek bir ses çıkmadı.

Tutuklu çete yöneticilerinden biri tutuksuz yargılanma kararıyla tahliye edilip de yöneticiliğine kaldığı yerden devam ettiğinde hatta tekrar kulüp başkanlığına seçildiğinde hakemlerinin tekinin bile gıkı çıkmadı. Nemelazımcılığa devam ettiler.

Sonra iş daha da büyüdü. Daha birkaç hafta önce bir hakem Fenerbahçeli bir futbolcuya kırmızı kart çıkardığında tüm basında linç kampanyası başlatıldı. Onlarca hakem hatasını görmeyen ya da birkaç satırla geçiştiren basın birden bire şelale olmuş çağlıyordu. Bu ruh haline bürünen basına karşı hakemler yine tepkisiz kaldılar; taraftarlardaki, basındaki bu konjonktüre değil münferit olayda hakemin haklı olup olmamasına odaklandılar.

Hatta Fenerbahçe kulübü “Biz karar makamıyız” diye açıklama yaptığında hakemler “Bu ülkede futbolu kim yönetiyor?” sorusunu bile sormadılar. Fenerbahçe’ye, TFF’ye ya da ülkeyi yönetenlere, oluşan bu hegamonyadan ötürü en ufak bir tepki göstermediler, bütün sorun o olayın tartışmaları kapanınca bitecekmiş gibi davrandılar.

Daha geçen hafta İstanbul Büyükşehir Belediyesi maçına İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin maaşlı çalışanı olan Volkan Bayarslan hakem tayin edildiğinde MHK bu atamaya müdahale etmedi. İtiraz dahi etmedi ve maç öyle oynandı. Maçtan sonra kıyamet kopunca MHK’nın üzerine gidildi. Fakat MHK, bu meselenin de dibini almadı. “Hakem öyledir, MHK böyledir ama asıl suçlu TFF’dir, asıl suçlu İstanbul Büyükşehir Belediyesi’dir, onların iplerini tutanlardır” diyemedi.

Meireles olayının ilk günlerinde Aziz Yıldırım, oyuncusuna verilecek ceza hakkında görüşmek üzere TFF’ye gitti. Gidip Yıldırım Demirören’le başbaşa görüştü. Hakemler de çıkıp “Siz ikiniz ne yapıyorsunuz?” demedi.

Hakemlerin içinde olduğu böyle bir meselenin bir kulüp başkanıyla TFF başkanı arasında müzakere konusu edilmesi bir yana, malum mahkeme kararına ve UEFA düzenlemelerine rağmen Türk futbolunun Aziz Yıldırım-Yıldırım Demirören ikilisinin bu kadar aleni bir kontrolü altında tutulmasına karşı çıkmadılar. Arkadaşlarını yiyen çakalı seyretmekte olan zebralar misali her olayı münferit bir ‘tatsızlık’ sayıp sadece seyirci kaldılar.

En sonunda “tükürük” vakası patladı ve tahkim kurulunun kararı otoriteler tarafından “hakemlere tükürmek serbest” diye yorumlandı; halk tarafından da öyle algılandı. İşte nihayet şimdi hakemler kolektif bir tepki gösterebildiler.

– Çifte standarda maruz kalan Anadolu takımlarının yüzüne bakmayan,
– Trabzonspor’a uygulanan çifte standardın bu sezon Pazartesi maçlarıyla, 72 saat içinde 2 maç oynatılmasıyla doruğa ulaşmasına ses çıkarmayan,
– Trabzonspor maçlarında hatalı karar verdiği objektif olarak tespit edilen hakemlerin sonraki haftalarda “büyük” maçlarda görevlendirilerek ödüllendirilmesinde hiçbir yanlış görmeyen,
– TFF’yi yönetenlerin keyfi tasarruflarından rahatsız olmayan, hukuksuzluk iddialarına tamamen kayıtsız kalan,
– Futbolun belli odakların istedikleri gibi at koşturduğu bir arena haline gelmesinden kaygılanmayan

hakemler ancak sıra kendilerine geldiğinde (içlerinden birinin de değil ancak hakemlerin bütününe dokunulduğunda) kolektif bir tepki gösterdiler. TFFHGD’nin verdiği bu tepki de çok büyük bir destek bulamadı.

Trabzonspor resmiyette tahkim kurulunun bu kararını eleştirdi fakat aslında Trabzonsporlu yöneticilerin kendisi de çok iyi biliyor ki yarın öbür gün TFF tarafından ya da ona yakın odaklar tarafından Trabzonspor’a ya da başka bir kişiye, kuruma haksızlık yapıldığına o hakemler o çayırlarda o olaya karşı yine seyirci kalacaklardır. Trabzonspor tahkim kurulunu, hakemleri sevdiğinden değil ADALET HERKESE LAZIM olduğu için eleştirdi. Bunu atlamamak lazım.

Nazi tahakkümünün gelişini anlatan Martin Niemöller’in bir sözü vardır:

Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist değildim.
Sonra sosyalistler için geldiler, sesimi çıkarmadım; çünkü sosyalist değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, sesimi çıkarmadım; çünkü sendikacı değildim.
Benim için geldiklerinde ise, sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.

“Her koyun kendi bacağından asılır” atasözüne de bir düşünür şöyle karşı çıkmıştır:

Koyunlar arasında sosyal dayanışma olsaydı her koyun kendi bacağından asılmazdı.

İşte sosyal duyarlılık böyle bir şeydir. Mesela işçilerin hakkını arayan bir hareketi desteklemek için işçi olmak gerekmez. Sıranın kendisine gelmesini istemeyen bir esnaf da bunu destekleyebilir.

Öğretmen hakları konusunda duyarlı olmak için öğretmen olmak, öğretmen yakını olmak gerekmez. Sıra kendisine geldiğinde, kendi adalet arayışında yalnız kalmak istemeyen herkes bunu destekleyebilir.

İnternet özgürlüğü sınırlandığında, internet kullanmayan eşcinseller de verilen tepkiyi destekleyebilir çünkü bireysel hakların devlet tarafından sınırlanması, mücadele konusu olarak bir bütündür.

Onun için diyorum ki: hakemlere kızdığınız zaman onları eşcinsellikle itham etmeyin.

Eşcinsellere haksızlık etmiş olursunuz.

Bir Yorum Yazın